SÜLEYMAN
HİLMİ
TUNAHAN
KİMDİR?
Süleyman Hilmi Tunahan, Silistrenin Ferhatlar Köyü’nden olup; 1888 (1304 H.) senesinde dünyaya geldi. Babası devrinin maruf bir siması olan dersiam ve hafız Osman Efendidir. Osman Efendi tahsilini İstanbul’da tamamlamış, sonra Silistre’nin meşhur Satırlı Medresesi’nde yıllarca müderrislik yapmıştır.
Süleyman Hilmi Tunahan’ın soyu İdris Bey’e dayanmaktadır. İdris Bey, Fatih Sultan Mehmed Han tarafından “Tuna Hanı” olarak tayin edilmiş ve kendi kız kardeşi ile de evlendirilerek Fatih’in eniştesi olmuştur.
Süleyman Hilmi Tunahan ilk tahsilini Satırlı Medresesi’nde ve Silistre Ruştiyesi’nde yapmıştır. Bilâhare tahsilini tamamlamak için İstanbul’a gelerek Sahn Medresesi’ne kaydolan, Fatih dersiamlarından ve o devrin meşhur âlimlerinden Bafralı Ahmet Hamdi Efendi (Büyük Hamdi Efendi)’nin ders halkasına devam eden Süleyman Efendi, 1916 senesinde Ahmet Hamdi Efendi’den birincilikle icâzet almıştır. (H. 1335-R. 1332).
Daha sonra o zamanki tabiriyle dersiam, yani profesör olarak yetişmek üzere Süleymaniye Camii Medreselerinden Medresetü’l Mütehassisin’in tefsir ve hadis kısmına devam etmiştir. Son derece parlak bir zekâya sahip olan Süleyman Hilmi Tunahan 1919’da Medresetü’l Kuzât’ı da üstün bir derece ile bitirmiştir. Böylece bir taraftan dersiam, diğer taraftan da kadılık yani hakimlik rütbelerine ulaşmıştır.
Mezuniyetini müteakip İstanbul’da dersiam olarak vazifeye başlayan Süleyman Hilmi Efendi, bir müddet sonra medreselerin kapatılması üzerine vâizliğe tayin edilmiş, uzun müddet İstanbul’un Sultanahmet, Süleymaniye, Yenicami, Şehzadebaşı, Piyalepaşa gibi büyük camilerinde vaaz ederek halkı irşad etmeye çalışmıştır.
Bir taraftan vâiz olarak irşad hizmetlerine devam ederken, diğer taraftan da, 1946-1947 senelerinde bir hükümet kararnamesi ile açılmasına izin verilen Kur’an Kurslarında, arzu eden müslüman çocuklarına daha evvelce evinde kendi yetiştirdiği talebeleri ile, Kur’an öğretmeye, zaruriyyâtı diniyye denilen dini bilgileri okutmağa başlamışlardır. Kurslardan kısa zamanda birçok talebe mezun olmuş ve bunlar Diyânet İşleri Başkanlığında müftü, imam, müezzin, Kur’an kursu öğretmeni olarak vazife almışlardır.
Süleyman Hilmi Tunahan amelde Hanefi, itikatta Mâtüridi mezhebine mensup olup, meşreben Nakşi idi. Ehli Sünnet vel-Cemaate son derece bağlı idi. Kendisinden feyz alan talebeleri ile, vaaz ve sohbetlerine devam eden kimselere en büyük tavsiyesi bu akideye ihlâs ve samimiyetle sarılmaları idi.
Süleyman Hilmi Tunahan talebelerine, hocalarına nisbetle “Süleymancı” denilmekte ise de, hakikatte bunun tamamen uydurma bir tabir olduğu, “Süleymancılık” ne bir din, ne bir mezhep ve ne de bir tarikatın mevcut olmadığı bizzat Süleyman Hilmi Tunahanın yakınları ve talebeleri tarafından kat’iyyetle ifade edilmektedir.
Son devrin en büyük âlim, fâzıl ve müttekilerinden olan Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri, 16 Eylül 1959 tarihinde İstanbul’da, Kısıklı’daki evinde vefat etmiş ve Karacaahmet Kabristanına defnedilmiştir.
NOT: BU YAZI MAYIS AYI SENE 1991 TARİHLİ İSLÂM MECMUASINDAN İKTİBAS EDİLMİŞTİR.
-RÖPÖRTAJ-
Süleyman Hilmi TUNAHAN Üzerine Hüseyin KAPLAN’la:
“Süleymancılık diye bir şey mevzubahis değil, iftihar edilecek kelime Müslüman olmaktır.”
Hüseyin Kaplan:
Merhum Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri’ni ne zaman ve nasıl tanıdınız? Onunla ilgili hatıralarınızı dinleyebilir miyiz?
Merhum Üstadım Süleyman Efendi Hazretleriyle alâkalı benden bilgi alıp mecmuanızda neşredeceğinizi ifade etmiş olmanızdan memnun oldum. Bu vesileyle şunu da arz edeyim, zaman zaman gazetelerden bazı kişiler ve mevzuuda bilgi isteyip neşredeceklerini söylemişlerdir. Yanılmıyorsam ismini Çetin Yetkin olduğunu ve Hürriyet Gazetesi’nde çalıştığını söyleyen bir zat gelmişti bundan bir müddet önce. Süleyman Efendi Hazretleriyle ve “Süleymancılık”la alâkalı değişik merkezlerden birbirini tutmayan bilgilerin geldiğini, gerçeği öğrenmekte zorluk çektiklerini, gerçeği öğrenmek için sorup soruşturduklarını ve benden öğrenebileceklerini duyup bana geldiklerini söylemişlerdi... Ve Süleyman Efendi Hazretleriyle alâkalı sahih bilgileri gazetelerinde vermek istediklerini de söylediler. 6 sayfalık bir malûmatı kendilerine vermiştim. Fakat maalesef, dürüst neşriyatta bulunacağını söylediği halde, kendi arzusuna uygun bir biçimde eksik, yalan yanlış bir takım bir şeyler yazmıştı o zaman...
Ama siz, “İslâm” Mecmuasından geliyorsunuz. Bu itibarla sizin gerçekleri yazmak istediğinizden ve mutlaka gerçekleri yazacağınızdan emin olduğum için hem teşekkür ediyorum, hem de rahatlıkla suallerinize dilimin döndüğü kadar cevap vermeye çalışacağım.
Süleyman Efendi Hazretlerini 1950 senesinde tanıdım. İrtihali olan 1959 senesine kadar Mevlâ’nın lûtfuyla yanında bulundum. Öğrendiğim bütün bilgileri kendisinden öğrendim. Tabii benim hocamdı; Üstadım olduğu için söyleyeceklerim belki abartılmış olarak düşünülebilir. Fakat şunu ifade edeyim ki, onun gerek maddi cephesini, maddi hizmetlerini ve gerekse manevi cephesini bütünüyle benim anlatmam, ifade etmem mümkün değildir.
Onunla bulunduğumuz bu 9 sene içerisinde şüphesiz ki acı ve tatlı bir çok sevindirici ve üzücü hadiseler meydana gelmiştir. Ama onun maneviyatı ve ruhaniyeti içerisinde, son derece namüsait şartlar altında da olsa bu 9 senemiz huzur içerisinde geçmiştir. Şimdi düşünüyorum da o zaman, bizim bütün üzüntülerimizi kendi üzerlerine almışlar, bize işin saadet tarafı kalmış.
Malumunuz olduğu üzere Cumhuriyetin ilânıyla medreseler kapatılmıştır. Yerine dini ihtiyaçlara cevap verecek müesseseler de meydana getirilmemiştir. 1924 senesinde Türkiye’nin muhtelif şehirlerinde İmam-Hatipler açılmış, bir sene sonra bunların bir kısmı kapatılmış, başka vilâyetlere İmam-Hatipler açılmış, daha sonraki senelerde bu açılanlar kapatılıp daha başka yerlerde birkaç tane açılmış ve sonunda tamamı kapatılmış.
Neden açılanlar kapatılmış yerine başkaları açılmış diye insan düşündüğünde bir tek şey karşısına çıkıyor: Aynı yerde birkaç sene İmam Hatip devam edecek olursa, oradan 5-6 sene okumuş kişiler yetişmiş olacaktır. Oysa bu gibi kişilerin yetişmesi istenmediği için, bir sene mektep devam ediyor, kapatılıyor. Ve o talebeler dağılıp gidiyorlar. Bir başka vilâyette açılan yeni bir mektebe yeni talebe geliyor. Faraza iki sene devam ediyor, iki sene sonra o kapatılıyor, o talebeler de dağılıyor, dördüncü sene bir başka yerde açılıyor ve böylece milletin gözü bir taraftan boyanmış, öbür taraftan da hiçbir kimse yetişmemiş oluyor.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e intikal eden din adamları olmuştur şüphesiz. Bu din adamlarının bir kısmı günün şartları karşısında endişeye kapılmış, mesleklerini bırakmışlar. Bir kısmı dünya işleriyle meşgul olmuşlar, bir kısmı idareye kayıtsız şartsız teslim olmuş, nebâti bir hayat geçirmişlerdir. Kimsenin etlisine sütlüsüne karışmamışlar. Pek azı da nasıl yapabiliriz de dini bilgileri bu milletin evlâdına intikal ettirebiliriz düşüncesinden hareketle çarelerini aramışlar. İşte bu sahada bütün gücüyle, cesaretiyle, şecaatiyle devrin ağır şartlarını da hesaba katmadan, İslâmî bilgileri yeni nesle intikal ettirecek kişiler yetişmesi için en çok gayret sarf eden ve belki de en ileride bu hizmetleri yürütmeye çalışanların başında Süleyman Efendi Hazretleri gelmektedir.
Vâkıa biz 1950’den evvelini bilmiyoruz. Ama kendisiyle tanıştıktan sonra öğrendiklerimize göre Süleyman Efendi Hazretleri talebe yetiştirmek, devrin takibatından kurtulup Müslüman çocuklarına dini ilimleri verebilmek için zaman olmuş çiftlikler kiralamış, orada çalıştıracak 10 kişiye ihtiyacı varsa 20’si talebe 30 kişi almış, onlara gizlice ders okutmuş. Zaman olmuş, bir başka ticaret yapmış onu kamufle etmek için, yine Müslüman çocuklara islâmi ilimleri öğretmeye çalışmış. Bu arada ihbar edilmiş, yakalanmış, müdüriyete götürülmüş, nezarete atılmış, fakat bütün bunlar Süleyman Efendi Hazretlerini hiçbir zaman yıldırmamış. 1950 senesine kadar bu durum böyle devam etmiş.
1950 senesinde iktidar değişikliği neticesinde Türkiye’de Kur’an Kurslarının açılmasına resmen izin verilmiş, Arapça tedrisatın yapılmasına her ne kadar kanuni bir müsaade yoksa da, idare çeşitli sebeplerden dolayı göz yummuş, bu tedrisatın yapılma imkânı biraz daha fazlalaşmıştır. İşte bizim de kendisini tanıdığımız ve talebesi olduğumuz 1950’den itibaren bizzat kendisi Çamlıca’da, Çilehane’de Kur’an Kursu açtırmıştır ve biz o Kur’an Kursu talebeleri olarak derslerimize devam ettik. Yetiştirdiği talebelerini Anadolu’nun muhtelif yerlerine göndermiş ve artık dernekler yavaş yavaş kurulmaya başlamış, Kur’an Kursları açılmış ve bu Kur’an Kurslarında İslâmî ilimler okutulmaya başlanmıştır.
Tabii bu hizmetler devam ederken, İslâmî müesseselerin dışında kalmış olanlardan bir yardım, bir fayda beklemek olmazdı. Ancak İslâmî müesseselerde vazifeli kişilerden bir yardım beklenebilirdi. Maalesef öteden beri gelen bir alışkanlık neticesinde, “beni ısırmayan yılan bin yaşasın” kabilinden kendilerinden yardım umulanlardan bile yeteri kadar yardım görülmemiştir.
Tabii kanun himayesinde olmadığı için, bu hizmetler zaman zaman müsamaha görmüşse de, zaman zaman da takibata maruz kalmıştır. Baskınlar olmuştur, bu hizmetler üzerinde bulunan bir kısım insanlar içeriye alınmıştır, tevkif edilmiştir.
1950 senesine kadar bu millete İslâmiyeti öğretecek, anlatacak insanlar yetişmediği, eskiler de bir bir bu âlemden göçüp gittikleri için maalesef Türkiye’nin bir kısım yörelerinde âdeta din, dini faaliyet, dini hizmetler ve ibadetler yüzde 90’nın üzerinde durmuştu. Bir misal olarak arz edeyim: 1952 senesinde Merhum Üstadımız, birkaç arkadaşımızla bizi Ramazan dolayısıyla Trakya köylerinde hizmet etmemiz için göndermişti. Bize muayyen bir harçlık vermişti ve şunu da eklemişti: “Şimdiden kendinizi hazırlayın, size itibar edeceklerini, hürmet edeceklerini düşünmeyin. Belki birçok köyde sizi kabul etmeyecekler, üzülmeyin. Köylülerden hiçbir şey istemeyin. Camilerini süpüreceğinizi, ezanları okuyacağınızı, gelenlere namaz kıldıracağınızı, yemek, yatak, para pul, hiçbir şey istemediğinizi söyleyeceksiniz. Şu verdiğim parayı da fazla harcamayın, iktisat yapın, yetmeyebilir, ona göre dikkatli olun” diye tembihler yaparak bizi göndermişti.
Hakikaten uğradığımız köylerde ne imam vardı, ne camiler açıktı. Cami kapılarının önünde 60-70 cm yüksekliğinde otlar vardı. Yani bu gösteriyordu ki aylarca içeriye girilmemişti. Hususiyle Trakya’da halk neredeyse tanassur etmişti, nasrânileşmişti, böyle bir hale gelmişti. Bir köyden geçtik kabul etmediler, bir başka köyden geçtik yine kabul etmediler, üçüncü bir köyden geçtik, dördüncü köyde muhtar, ihtiyar heyeti toplandı, anlattık halimizi, şöyle bir hizmet yapacağız diye. “Bize hoca lâzım değil” dediler, en son âza’dan birisinin, “Canım camiyi süpürecekler, ezan okuyacaklar, ne yapacaklarsa yapsınlar” demesi üzerine orada kaldık. Cami filan süpürülecek gibi değildi. Caminin içi toz kaplıydı, hasırlar kilimler gözükmüyordu. Çünkü aylarca girilmeyen bir yerdi. İşte bir şeyler yaptık, sildik, süpürdük, ezan okuduk. Ramazanın birinci akşamı bir ihtiyar geldi, başka kimse yok. Köyde dört tane kahve, dördü de dolu. Camide kimse yok. İkinci akşam iki kişi oldular ihtiyar, yaşlı. Üçüncü akşam başka gelen yok, dördüncü akşam gene yok. Bu ihtiyarlara, siz kahveye gidin oturun yatsıdan sonra, biz de gelelim. Bizi siz yanınıza çağırın, bir çay ısmarlayın, bir de bir şeyler sorun bize, yani konuşma açılsın diye tembihledik. Aynısını yaptık, konuşmaya başladık. Konuşmalarımız alâka gördü, sağdan soldan bir iki üç masamıza geldiler. Sual suali çekti, cevaplar verdik, derken kahveye girmiş olduk böylece. Ve yavaş yavaş Ramazan-ı Şerif’in haftasında camiyi doldurduk, cami doldu. O zamana kadar da biz bakkaldan biraz ekmek alıyor, zeytin alıyor ve camide kilimlerin üzerinde yatıyoruz. Dönüp bakan yok, selâm veren yok, ne yiyor ne içiyorsunuz diye soran yok. Amma haftasından sonra millet camiye gelince, o zaman da sıraya girdiler, işte bir akşam iftar bizde olacak, sahur da bizde olacak diye.
O sene de, o zamanda Trakya’nın on köyünden birinde açık cami yoktu. Ölenler, cenazeler iki gün, üç gün bekletiliyordu, bir kova su onlara vurup da bir kefene saracak bir insan yoktu. Arıyorlardı birisini bulsun getirsinler diye.
Merhum Üstadımız birinci sene 50 kişi, ikinci sene 100 kişi, üçüncü sene 150 kişi, böyle her geçen sene çoğaltmak suretiyle Ramazanlarda gönderdiği talebeleriyle bu milletin uyanmasına, ikaz olmasına, Müslümanlık diye bir şeyin varlığına inanıp canlanmasına çalıştı ve işte aradan 10 sene gibi bir zaman geçtikten sonra yeniden ihya edildi, camisiz yerlere cami yapıldı, imamsız yerlerde imam meydana geldi, yetişen talebeler oralarda imam, müezzin olarak vazife aldılar ve artık daha o zaman, yani 1960 yıllarında Trakya'da camisiz köy, imamsız yer kalmamıştı.
Merhum Üstadımız geceyi gündüze katmak suretiyle, çok iyi bilirim, saat on iki, birlere kadar bize ders okuturdu. Ders okuyan arkadaşların bir kısmı dayanamazdı, uykusuzluktan ellerinden kitaplar düşerdi. Ama o yine devam ederdi. Ve derdi ki, “Biz okuyoruz, melekler onu sizin kalbinize yazar, sonra meydana çıkar onlar, unutsanız bile.”
Böylece gece ve gündüz durmadan çalışmak suretiyle henüz ölmemiş, ama baygın duruma gelmiş bu millete su verecek bir topluluk yetiştirmekle meşgul oldular.
Bugünkü şartlarla o günkü şartların mukayesesini yapıyorum da, hayretler içerisinde kalıyorum. O gün, arz etmiştim 9 sene kendisiyle beraber kaldım, 9 sene devamlı olarak talebe yetiştirip Anadolu’ya, Rumeli’ye sevk ettiler. Bu hizmetleri esnasında kendisine el uzatmış, “Hocam siz tedrisatla meşgul olun, talebelerinizin diğer ihtiyaçlarını düşünmeyin” demiş bir insan tanımıyorum. Zenginlerimizde bir gaflet, ilim adamlarımız, din adamlarımızın da yeteri kadar desteği yoktu maalesef. Kimisi mevlütçü olmuş, kimisi cenazeci olmuş, onlarla meşgul. Kimisi de aldığı maaşın hatırı için boynunu bükmüş, idareye karşı teslim vaziyette idi. Pek az insan işin vehametini idrak etmiş, uyanmıştı. O bakımdan son derece dar imkânlar içinde bu hizmetleri yaptılar maddi bakımdan. Hiç unutmam, 1953-54 senesinde Tuna nehri donmuştu, sonra Karadeniz’e inen buzlar gelip bizim İstanbul Boğazı’nı tıkamıştı bütünüyle. Çamlıca’da bir metrenin üstünde kar vardı ve bizim sobamızda ne odun, ne de kömür vardı. Kaldığımız evin pencerelerinin altından, sıvaları düşmüş olduğu için, esen rüzgârla içeriye bir karış kar girmişti.
Bir vesileyle Merhum Üstadımın evine gittiğimde kendisinin de soğuk bir odada oturduğunu gördüm. Pek farkına varamamıştım, bir ara, Muhterem Zevceleri Validemiz bana fısıldadı, kulağıma dedi ki, “Oğlum,sizin odununuz yok diye Efendi sıcak odada oturmuyor.”
Fakat yetiştirdiği talebeler nereye gitmişlerse, o zaman, hizmet müesseseleri kurdular ve muvaffak oldular. Unutmam, bir gün bir arkadaşımızı Düzce kazasına göndermişti, orada hizmet etmesi, talebe okutması için. Bir hafta sonra arkadaş geldi, kendisine “Niye geldin?” diye sorduğunda, “Talebe yok, boş duruyorum, onun için geldim” demişti. Üstadımız’ın halinden üzüldüğünü, biraz da öfkelendiğini anlamıştık ve o arkadaşımıza, “Yani sen demek istiyorsun ki, benim tasımda bal var da arı yok. Öyle olur mu? Balın olduğu yerde arı da olur. Yeter ki senin tasında bal olsun. Git bir iki arıya balı tattır, bak ondan sonra o arılar ne kadar arı getirecektir” dedi ve arkadaşı geriye çevirdi: “Ben sana talebe olmayınca gel dedim mi ki, niye geldin?, git orada bekle.” Arkadaş gitti. Bir hafta sonra yine geldi, “niye geldin?” diye sorduğunda, “Efendim talebeler o kadar çoğaldı ki yetiştiremiyorum, bir arkadaş istemeye geldim.” “Şimdi gelmen uygun oldu” dedi. İkinci bir arkadaş verdi yardımcı olarak gittiler, derslere devam ettiler.
Merhum bu hizmetlerini yaparken tabii yetiştirdikleri de yavaş yavaş kürsülere çıkmaya, vaaz etmeye başladılar. O devirde kürsülerde siyah sakallı görmek mümkün değildi, ancak beyaz sakallılar görülebilirdi. Yani sakalı beyazlaşmış olanlar ancak kürsüye çıkabilirdi. Merhum Süleyman Efendinin talebelerinin daha bıyıkları bitmemişti. Konuşuyorlardı da. Çünkü bir kere temel bilgileri öğreniyorlardı. İslâmi ilimleri kitaplarından okuyorlardı. Böyle kulaktan dolma, ezberleme değildi, bu bir. İkincisi Süleyman Efendi sadece zahiri bilgi değil, onun yanında ruh veriyor, ihlâs aşılıyordu. Zaten onun en büyük meziyetlerinden birisi de odur, bir sarf ve nahiv kitabını okutanlar bulunur da, fakat onu ruhlandırma herkesin yapabileceği bir iş değildir. İşte hem bir taraftan İslâmi bilgilerle, öbür taraftan ihlâs, ruh tarafıyla takviye edilmiş bu gençler kürsüye çıktıkları zaman dinleniyorlardı, halkın hoşuna gidiyordu. Hem konuşmaları hoşlarına gidiyordu, hem de genç olmaları onlar için ayrı bir şey ifade ediyordu.
Maalesef bu bir kısım insanların, takdir göreceği yerde haset etmelerine sebep oldu. İşte bu hasetlik neticede Süleyman Efendiden okuyan talebelere “Süleymancı” isminin takılmasına sebebiyet verdi. Yani bu isim bu topluluğa, bu topluluğu sevmeyen kişiler tarafından verildi. Oysa Süleyman Efendi, itikatta Ebe Mansur-i Matüridi mezhebine mensup birisi; amelde de İmam-ı Azam mezhebine. Manevi meşrebi de İmam-ı Rabbâni’ye bağlı. Hayatı boyunca “Ehli Sünnet vel-Cemaat” akidesini korudu, müdafaa etti, ehli sünneti yıkıcı mahiyette sapık fırkaların devamlı karşısında oldu.
Bu itibarla Süleyman Efendi’nin kendisinin icad ettiği, yeniden ortaya koyduğu, ne bir mezhep, ne bir tarikat, ne şu, ne bu diye bir şey yok. ama maalesef bu “Süleymancılık” kelimesi ortaya atıldı ve tuttu. Herkes aynı kelimeyi konuşmaya başladı. Dolayısıyla bir topluluğa “Süleymancı” denildi. O zaman ne demek oluyor? Hoca Ahmet’ten okuyanlara Ahmetçi, Hoca Mehmet’ten okuyanlara Mehmetçi diye belki hücum edebilmek için bir isim vermek gerekiyordu. Bir cephe var ama isimsiz olursa ne diyeceğiz? Bir isim verelim de ona göre on parmak on karayla karalayalım diye bir yola gidildi. Hiçbir zaman Süleyman Efendi Hazretlerinin gerçek talebeleri tarafından Süleymancılık tasvip görmedi, kabul de edilmedi, tamamen reddedildi. Süleymancılık diye bir şey mevzuu bahis değil. İftihar edilecek kelime Müslüman olmaktır.
Ayrıca bize bu isim Üstadımız merhum olduktan sonra verilmiş bir isimdir. Yani kendileri hayattayken Süleymancı falan diye bir şey yoktu. 1962’lerden sonra bu isim verilmiştir. Ve ondan sonra o isim öyle devam etmiştir ve Süleymancılık hakkında bilir bilmez ya da yanlış, kasıtlı, maksatlı, cahilâne bir çok uydurmalar meydana getirilmiştir.
Süleyman Efendi Hazretleri bütünüyle İalâm’a bağlı, Ehli Sünnete bağlı ve o yolda gerek maddi, gerek manevi yapılabilecek en büyük fedakârlıkları yapmış insandır. Bir Necip Fazıl’ın neşriyat yoluyla yaptığı hizmetin inkişafına en büyük yardımı Süleyman Efendi yapmıştır. Hayatta tek bir evi vardı, onu satmıştır. Onun yazılarının, mecmualarının yayınlanmasında kullanmıştır. Türkiye’de masonluğu dile getirip ortaya çıkaran Cevat Atilhan’ın hizmetlerine en büyük yardımı Süleyman Efendi yapmıştır. Hem maddeten hem de kitaplarının yapılmasında ve okutulmasında. O zaman kimse yoktu maalesef bu sahada. O hizmet edenler eldeki parmak kadar azdı. Yani Süleyman Efendi Hazretleri kendi şahsi hizmetleriyle değil, Hakk yolunda, İslâmi cephede hizmet veren ve Ehli Sünnet istikametinde hareket eden kişilerin hizmetlerine de bütün gücüyle destek vermiştir, gayret göstermiştir. Çünkü 1950’den sonrasını ben biliyorum. 50’den evvel olanları da çok yakın, emin insanlardan,başta kendisi olmak üzere, çok zaman duyduk ve dinledik.
Süleyman Efendi Hazretleri, arz ettiğim gibi İslâmi birliğin teessüsü için gayret gösteren zevattan biriydi. Talebelerine, bilhassa Ramazan-ı Şeriflerde hizmet görmek üzere Türkiye’ye yayılan talebelerine, “Oğlum, gittiğiniz yerlerdeki kaza ve vilâyet müftüleriyle mutlaka görüşün, bir elini değil iki elini birden öpün, onlardan izin alarak köylere gidin, hizmet yapın. Dönerken sakın uğramadan dönmeyin” tavsiyesinde bulunurdu, daha doğrusu emir verirdi. 1950-59 seneleri arasında benim bildiğim kadarıyla her sene kendisi bizzat bir iki defa Ankara’ya giderdi. 3-4 gün kalırdı ve devamlı olarak da gittiği yer Diyanetti. Onlarla oturur, onlarla sohbet ederdi. Hatta Ankara’nın o zaman meşhur yemeklerini bizzat kendisi Diyanet İşleri’ne getirmek suretiyle öğle yemeğini beraber yerlerdi. Yani Süleyman Efendi Hazretleri gerçek manada bir din adamıydı. Şahsi hiçbir meselesi yoktu, hiçbir düşüncesi yoktu.
Geçmişe ait bazı üzüntülerini beyan ederek derdi ki: “Oğlum, medreseler kapatıldığı zaman 520 dersiamdık. Talebe Cemiyetimiz vardı. Son toplantımızı yapıyorduk. Cemiyeti de lağv edeceğiz. Ben bir konuşma yaptım. Arkadaşlarımdan bir şey istirham ettim, dedim ki, “arkadaşlar, görüyorsunuz medreseler kapandı, daha ne olacağı belli olmaz. Bu milletin dinî ihtiyacını sizler 50 sene görürsünüz. Köylerinizde sığırtmaçlar vardır, çobanlar vardır. Onlar çocuklarına bile bakmaktan acizdirler. İşte bu çobanların çocuklarının bir tanesini alın yanınıza, yani sizin oğlunuz yoksa şayet, sizin oğlunuzu yetiştirmeyecekseniz. O da bir tarafa, hem size hizmet etsin hem onu yetiştirin, İslâmi ilimleri okutun. Kitaplarınızı da onlara miras bırakın. Sizden sonra da 50 sene onlar bu milletin dinin ihya eder. Her yüz senede Allah bir sahibini gönderir. Çünkü hadis-i şerif vardır. Peygamberimiz buyuruyor ki: “Cenab-ı Hak her yüz senenin başında bu milletin dinini tecdid edecek bir müceddid gönderir.” “Maalesef bunu söylediğimde arkadaşlarımın büyük bir kısmı, “Nasıl yaparız? Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edilmiş, yasaklanmıştır. Şu olmuştur, bu olmuştur” dediler. Tekrar konuşmak mecburiyetinde kaldım. Dedim ki, “Tevhid-i Tedrisat Kanunu cemiyet halinde tedrisat yapmayı yasaklıyor. Bir iki kişiyi yasaklamıyor. Çünkü bir iki kişide cemiyet yok. Ben de size bir iki kişi okutun diyorum.” Fakat gördüm ki eyvah bitmişler, korkmuşlar. Kısa zaman sonra Kasımpaşa’ya, Tersane’ye çağırdılar bizi. Gittim, bütün arkadaşlarım orda. İsimleri okunan gemiye Çanakkale’ye gidiyor. Beş gün gittim geldim, benim ismimi bulamadılar. Adresimi aldılar, bulursak çağırırız dediler. Arkadaşlarım gitti, geri dönmediler. Yani çocuklar -bize diyor- korkunun ecele faydası yok. Ben korkmadım yaşıyorum elhamdülillâh. Niye korkacağız, niçin korkacağız? Allah’a gitmekten mi korkacağız? Allah yolunda hizmetten korkulur mu? Gerçek mü’min Allah’a gitmeye can atar.” İşte buna çok üzülürdü. Arkadaşlarının o zamanki o bitik hallerine karşı müteessir olurdu, çok üzülürdü. Ve o ittihat ve Terakki fırkasının yaptığı tatbikat karşısında, onları bize anlatırken, son derece üzüntü duyarak, “Efendim nasıl olur, bir tarafta Padişah var, ordusu var, medreseler var. Bu kadar ilim adamları var, nasıl olur da bunlar varken masonlar at oynatıyor? şunu yapıyor, bunu yapıyor” diye sorduğumuz zaman, “Ahh evlâdım, derdi, o koca koca kavuklu hocalar Ayasofya’nın etrafındaki kahvelere gelirler, kavuklarını çıkarır, bir sandalyenin üzerine koyar, nargile yakarlardı. Fokur fokur nargile içerlerdi. Ezan-ı Muhammediye okunurdu, namaza gitmezlerdi. işte bunun için yıkıldı.”Ve şu hadisi naklederdi:
“İki zümre vardır ki salâha giderse halk salâha gider, fesada giderse halk fesada gider: Umera ve ulema. İşte ulemanın hali bu idi” buyururlardı.
Bu 9 senede öyle şeyler geçmiştir ki, bize imparatorluğu anlatmıştır, ittihat ve terakki fırkasının neler yaptığını anlatmıştır. Nasıl imparatorluğu yıktıklarını anlatmıştır. Yahudi’nin nasıl bir tuzak kurduğunu anlatmıştır...
Süleyman Efendi bu şekilde bir tarih şuuru vermeye özellikle çalışıyor muydu?
Hem de nasıl! Ders okuturken, faraza 5 saat ders okutuyorsa, iki buçuk saati kitaptaki bilgileri veriyor, diğer iki buçuk saatte dünyayı anlatıyor, tarihi anlatıyor. Nereden nereye geldiğimizi, nasıl geldiğimizi anlatıyor ve şu anda hangi durum içerisinde bulunduğumuzu anlatıyor. Osmanlı tarihinde lüzumlu, bizim için ehemmiyet arzeden neler olmuşsa onların hepsini bir bir dinledik.
Özellikle sizin tanıdığınız dönemde hizmet esnasında karşılaştığı zorluklardan, ona çıkarılan zorluklardan bahseder misiniz?
Sudan sebeplerle vaazlarında siyasete dokundu diye mahkemeye verildiği zamanlar oldu. Bir tanesini çok iyi hatırlarım, mahkemeye verdiler, mahkemesi görülüyor adliyede, o zaman mahkemeler büyük postanede görülürdü, adliye oradaydı. Abdurrahman Şeref Laç avukatlığını yapıyordu. O günlerde Merhum Üstadımız kürsüden, “Efendiler, İstiklâl harbimizde Cezayirli kardeşlerimiz bize hanımlarının küpelerini ve bileziklerini gönderdi. Biz onlara bu yardımı yapamıyoruz. Hiç değilse dua edelim de Allah onları da kurtarsın.”
Karşılaştığı zorluklar bir iki kalem üzerinde toplanabilir. Bunun birisi, tabii maddi sıkıntılar çok vardı, çok dar imkânlar içerisinde bu hizmetleri yapıyordu. İkincisi de, iktidarın değiştirilmesiyle gerçi bir müsamaha gösteriliyordu ama kanuni bir himaye olmadığı için zaman zaman baskınlar oluyordu. Hiçbir zaman takibattan geri kalınmıyordu, devamlı takibat altındaydı. Sudan sebeplerle vaazlarında siyasete dokundu diye mahkemeye verildiği zamanlar oldu. Bir tanesini çok iyi hatırlarım, mahkemeye verdiler, mahkemesi görülüyor adliyede, o zaman mahkemeler büyük postanede görülürdü, adliye oradaydı. Abdürrahman Şeref Laç avukatlığını yapıyordu. O günlerde Merhum Üstadımız Kürsüden demişti ki, “efendiler, istiklâl harbimizde Cezayirli kardeşlerimiz bize hanımlarının küpelerini ve bileziklerini gönderdi. Biz onlara bu yardımı yapamıyoruz. Hiç değilse düa edelim de Allah onları da kurtarsın.” İşte bu bir siyaset olmuştu. Orada bulunan vazifeli memurlar raporlarını tutmuşlardı ve Merhum’u mahkemeye vermişlerdi. Mahkemede hakim “nerede konuştu bunları?” diye sordu rapor tutanlara. “Hutbede konuştu” dediler. “Hangi vakitti?” “şu vakitti”. “Peki hangi gündü?” “Salı günüydü.” “Be adam Salı günü hutbede ne arıyor bu adam, dedi Hakim, hutbeye Cuma günü çıkılır. Şimdi tevkif ederim sizi yalancılar.” Ve mahkemeyi bitirmişti.
1957 senesine kadar böyle gelindi. O zaman millet partisi vardı. Millet Partisi Osman Bölükbaşı’nın partisi. Kütahya’da kuvvetli durumda idi. Merhum Üstadımızın damadı orada Millet Partisinden adaylığını koymuştu. Celal Bayar’ın damadı da oranın milletvekiliydi Demokrat Partiden. Millet Partisi kazanırsa damat tekrar kazanamaz düşüncesiyle bir takım adamlar ayarlandı. Bursa’da Ulu Camii’de Cuma günü hatip hutbeye çıkarken o alaşağı edildi adamlar tarafından. Üç kişi hutbeye çıktı, birisinin mehdiliğini ilân ettiler orada. Diğer adamlar da müezzinliğe yerleştirilmişti, onlar da tekbir getirmeye başladılar, zaten her şey hazırlanmıştı. Büyük bir irtica hortlamış oldu. Hemen alâkalılar yakaladılar, müdüriyete götürdüler. Uçak ta yola çıkmıştı zaten Ankara’dan, geldiler aldılar bunları. “Nereli bunlar?” “Kütahyalı.” Doğru Kütahya’ya. “Kim bunlar?” “Süleyman Efendinin müridleri.” Hadi bakalım, Süleyman Efendiye ne kadar etba varsa topladılar, götürdüler hapse koydular. Kütahya’da iki ay hapiste kaldılar. Niyetleri kötüydü. Mahkeme karar vermek üzereydi, her şey tamamdı, 10 tane şahid vardı. Fakat Allah’ın hikmeti, biraz daha kuvvetlensin diye Hakim o on kişiye, şahitlere, “Süleyman Efendi Hzretlerinin müridleri olduğunu söyleyen, bizi o gönderdi mehdiliğmizi ilân için, biz şeriatı getireceğiz diyen kişiler bunlar” en son, “Şeyhiniz Süleyman Efendiyi tanırsınız değil mi? diye sordu. “Elbette tanırız.” Tabii Süleyman Efendi hazretleri de orada. “Peki bakın bakalım bunlardan hangisidir?” diye adamlar geldiler tek tek oradaki insanları süzdüler geçtiler. “Hayır burada yok efendim, bizim Şeyhimiz Süleyman Efendi burada yok.” Mahkeme heyeti yırtındı ama iş işten geçmişti. Kim bilir ne kadar pişman olmuşlardır sorduklarına. Tabii böyle olunca başsavcı “mahkeme düşmüştür efendim” dedi. Çünkü bunlar tanımadıkları birisini şikâyet ediyorlar, ihbar ediyorlar. Böylece Süleyman Efendi Hazretleri ve onunla beraber hapse girmiş olanlar tahliye edilmiş ve mahkeme bitmiş oluyordu. Bu belli başlı bir iki şey tabii. Din hizmeti veren, ihlâsla, tavizsiz İslâm’ın emrinde olarak dinî hizmet veren kişinin bilhassa geçmişte yeteri kadar dostu, yardımcısı olmayacağı ortada. Fakat gönlünü Mevlâsı’na vermiş insanlar tabii ki bütün bu sıkıntılara, ızdıraplara göğüs gererek hizmetlerini yapacaklardı ve yaptılar.
Süleyman Efendi Merhum’un yeterince tanınmadığı, çoğu kez yanlış tanıtıldığı görülüyor. Bunun sebepleri nelerdir? Ve bu arada, tanıtmak için bir şeyler yapmayı düşünüyor musunuz?
Süleyman Efendi Hazretleri tanınmadı. Bir kere Süleyman Efendi Hazretlerinin yaptığı hizmettir. Biliyorsunuz dinin üç cüz’ü vardır: İman, amel ve ihlâs. Vücudun kemik kısmı imanı, et kısmı ameli teşkil ediyorsa, ruhu da ihlâs teşkil ediyor. Dinin esası ihlâstır. İhlâs her türlü gösterişten, alayişten uzakta kalmak, yapılan hizmeti sahibine tahsis etmektir. Allah’a tahsis etmektir. Binaenaleyh İslâm’ın ruhunu, ihlâsı aşılama vazifesini yüklenmiş olan bir zatın ve mensuplarının ancak düşündükleri şey hizmettir. Diğer kısmı değil düşünmek, belki biraz da örtmekle meşgul olurlar. Riya olmasın diye en azından onu teşhir etmek, duyurmak gibi bir şeyi düşünmezler. O bir yerde, o hizmetin zevkine varmış olan insanlar için basit gelir, hafif gelir. Çünkü işin o tarafında değildir. Vakıa büyüklerin hizmetlerinin anlatılmasında gelecek nesillerin ibret almaları noktasından fayda vardır. Ama faraza onu da başkaları yapsın, o sahada çalışanlar yapsın, arasınlar, bulsunlar, yapsınlar. Onun için Süleyman Efendinin kendisi için onu yapması zaten mevzubahis değildir. Ona bağlı olarak ondan istifade eden, onun ruhundan faydalanmış olan kişiler de böyle bir şey düşünmezler. Bakınız bendeniz 1953 yılında Üstadımızın emriyle imtihana gittim. Vaiz ve müftülük imtihanını kazandım. Demek ki 17 yaşındaydım. Ve o zaman İstanbul’da vaaz etmeye başladım. Aşağı yukarı 37-38 sene yapıyor. Yani 38 senedir kürsüden vaaz ediyorum. O kadar arzu ediyorum ki, Kürsüden Üstadımızı dile getireyim, cemaate karşı diye. Fakat bir riya mı olur acaba, bir desinler görsünler mi olur, gösteriş mi olur korkusuyla bunu yapamamışımdır.
Demek ki Süleyman Efendi Hazretlerinin yaptığı hizmetin karakteri bakımından ve verdiği terbiyenin, eğitimin karakteri bakımından, bu sizin söylediğiniz şey meydana gelmemiştir kanaatindeyim. Bu bir. Bir başka sebep de söylenebilir. Bu zatların yaptıkları hizmetler zaten mani olunmaya çalışılmış hizmetler. Yani neyi söyleyeceksin. Şöyle yaptık, böyle yaptık... Zaten bu kendi kendini ele vermek olurdu.