Yetkili
Admin : Şifre : :
           
İmanımız nasıl olmalı
Kategori: İnanç
Okunma: 2527
Tarih: 20.12.2010
Saat: 22:12:09
Ekleyen: Nihat Kaplan
Punto:


Yorum yazın
6397 <-Güvenlik kodu

 

                     İMANIMIZ NASIL OLMALI

Îman, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) in Hazret-i Allâh tarafından getirip tebliğ buyurduğu hususların tamamını kabul ve tasdik etmektir. İman, bu tasdikten ibarettir. Fakat kişinin, hayatında ve ölümünde kendisine müslüman muâmelesi yapılması için kelime-i şehâdeti dili ile söyleyip kalbi ile tasdik etmesi şarttır.

İmanın şartları altıdır. Bu altı şart aşağıda Arapça aslını ve tercümesini göreceğimiz Âmentü'de açıklanmıştır.

 

 

اٰمَنْتُ بِٱللهِ وَمَلآَئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَٱلْيَوْمِ ٱْلاٰخِرِ وَبِٱلْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ مِنَ ٱللهِ تَعَالٰى وَٱلْبَعْثُ بَعْدَ ٱلْمَوْتِ حَقٌّ اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ ٱللهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ


"Âmentü billâhi ve melâaiketihî ve kütübihî ve rusülihî ve'l yevmi'l-âhıri ve bi'l-kaderi hayrihî ve şerrihî mine'llâhi teâlâ ve'l-ba'sü ba'de'lmevti hakkun eşhedü en lâa ilâhe illallâah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasûlüh."

Mânâsı:

"Ben Allâhü Teâlâ'ya ve onun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere; hayır ve şerrin Allâhü Teâlâ'nın yaratmasıyla olduğuna inandım. Öldükten sonra dirilmek de haktır. Ben şehâdet ederim ki, Allâhü Teâlâ'dan başka ilâh yoktur. Ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed (s.a.v.) onun kulu ve Peygamberidir."


Allâhü Teâlâ'ya inanmak,
Meleklerine inanmak,
Kitaplarına inanmak,
Peygamberlerine inanmak,
Âhiret gününe inanmak,
Kadere; hayır ve şerrin Allâh'tan olduğuna, öldükten sonra dirilmenin hak olduğuna inanmaktır.

İmanın bu altı şartından birini kabul etmeyen, hepsini inkâr etmiş sayılır. Meselâ, imanın beş şartını kabul edip, âhirete inanmayan kimse müslüman olamaz.
 


Îmanın altı şartından birincisi, Allâhü Teâlâ'ya imân etmektir. Şöyle ki; Allâhü Teâlâ vardır. Onun zâtı, bütün kemâl sıfatları ile muttasıf (Yani, bütün güzelliklere eksiksiz olarak sahip), bütün noksan sıfatlardan münezzeh ve uzaktır.

Hz. Allâh'ın sıfatları, sıfât-ı zâtiyye ve sıfât-ı sübûtiyye olmak üzere iki kısımdır.


Hz. Allâh'ın Sıfât-ı Zâtiyyesi 6'dır:

Vücud: Var olmak.
Kıdem: Evveli olmamak; ezelî olmak.
Bekâ: Sonu olmamak; ebedî olmak.
Vahdâniyet: Birlik. Zâtında ve sıfatlarında tek olup, ortağı yoktur
Muhâlefetün lilhavâdis: Sonradan olanlara hiç benzememek.
Kıyam binefsihi: Var olmasında başka bir şeye muhtaç olmamak.


Allâhü Teâlâ'nın Sıfât-ı Sübûtiyesi sekizdir:

Hayat: Diri olmak. (Allâhü Teâlâ diridir ve dirilticidir.)
İlim: Bilmesi olmak. (Allâhü Teâlâ her şeyi, hattâ kalblerde gizlenen niyetleri dahi bilir.)
Semi: İşitmesi olmak. (Allâhü Teâlâ her şeyi işitir.)
Basar: Görmesi olmak. (Allâhü Teâlâ; karanlık gecede, kara taşın üstünde, kara karıncanın yürüdüğünü görür ve ayağının sesini işitir.)
İrâdet: Dilemesi olmak. (Yani irâde sahibidir ki, diler ve ne dilerse onu dilediği gibi yapar.)
Kudret: Gücü her şeye yeter olmak. (Allâhü Teâlâ her şeye kaadirdir.)
Kelâm: Konuşması olmak. (Allâhü Teâlâ'nın harf ve sese muhtaç olmadan söylemesi demektir.)
Tekvîn: Yoktan var etmek, meydana getirmek, yaratmak.
 


Îmanın ikinci şartı meleklere inanmaktır.

Melekler nurdan yaratılmış, istedikleri sûret ve şekillere girebilen rûhânî ve latif varlıklardır.

Meleklerde erkeklik ve dişilik yoktur. Onlar, emrolundukları şeylerde Allâh'a isyan etmezler. Yorulup usanmazlar. Yemek, içmek gibi ihtiyaçları yoktur. Kimi gökte, kimi yerde, kimisi de Arş'ta vazifelidirler. Sayılarını ancak Allâhü Teâlâ bilir. İçlerinden dört büyüğü meleklerin peygamberidir.


Cebrâil (a.s.): Cenâb-ı Hakk'ın kitaplarını peygamberlere getirmeye, yâni vahye memur, Allâh ile resülleri arasında bir vâsıtadır.
Mîkâil (a.s.): Bir kısım hâdiselerin; Meselâ rüzgârların, yağışların, hubûbatın ve bitkilerin meydana getirilmesine memurdur.
İsrâfil (a.s.): Sûrun üfürülmesi, kıyâmet gününün meydana gelmesi ve insanların kıyâmette tekrar dirilmeleri hususlarına memurdur.
Azrâil (a.s.): Öleceklerin ruhlarını almaya memurdur.
Ayrıca her insanda, vazifeli 384 melâike vardır. Bunlardan, Kirâmen Kâtibîn ve Hafaza melekleri insan ne yaparsa onu yazmakla vazifelidirler.
 


Îmanın üçüncü şartı kitaplara inanmaktır.

Cenâb-ı Hakk, kendi irâdelerini, emirlerini, nehiylerini, hikmetlerini kullarına bildirmek için zaman zaman peygamberlerine kitaplar indirmiştir. Bu kitapların tamamına ilâhî kitaplar denir.

Cebrâil (a.s.) vâsıtası ile peygamberlere vahiy olarak gönderilen kitap ve suhufun (sayfaların) adedi 104'tür.


10 Suhuf, ÂDEM aleyhisselâm'a,
50 Suhuf, ŞİT aleyhisselâm'a,
30 Suhuf, İDRİS aleyhisselâm'a,
10 Suhuf, İBRAHİM aleyhisselâm'a, gönderilmiştir ki, tamamı 100 sahifedir.


Tevrat, Mûsa aleyhisselâm'a,
Zebur, Dâvud aleyhisselâm'a,
İncil, İsa aleyhisselâm'a,
Kur'ân, Peygamberimiz MUHAMMED Aleyhisselâm'a, gelmiştir. Kur'anın gelmesiyle ilk üçünün hükmü kaldırılmıştır. Kur'an-ı kerim 114 sûre, 6666 âyettir. İki durak arasına bir âyet denir. Kur'an'ın bir harfi bile değişmemiştir. Dünyadaki bütün Kur'an'lar aynıdır. Kur'an-ı Kerim kıyâmete kadar Allâh'ın himâyesinde olup değişmeyecektir.
 


Îmanın dördüncü şartı peygamberlere inanmaktır.

Peygamberler, Cenâb-ı Hakk'ın, şerîatını, emirlerini, yasaklarını, haberlerini kullarına bildirmek için gönderdiği müstesna zatlardır. Peygamberler insanları, Allâh'a şirk koşmak ve puta tapmak gibi dalâletlerden kurtarmaya, inananları hem dünyada hem de âhirette saâdete erdirmeye vesiledirler. İnsanların akılları gerçek kurtuluş yolunu bulmakta yetersiz olduğundan Hazreti Allâh, kullarının ebedî saadeti için peygamberler göndermiştir. Peygamberler, Allâh tarafından mûcizelerle kuvvetlendirilmişler; Allâh'ın izni ile bir çok hârikulâde yani eşi görülmemiş ve olamaz diye bilinen şeyler, onların elinde kolayca olmuştur.

İlk insan ve ilk peygamber Âdem aleyhisselâm'dır. İşte bunun içindir ki, yaratılışı itibariyle üstün bir varlık olan insanın, aslı, bazı yanlış düşünenlerin iddiâ ettiği gibi maymun değil; yine insandır. Esasen "İnsanın aslı maymundur" diyenlerin bu bâtıl iddiâsını asrımızın inkişaf eden ilmi ve fenni de kökünden çürütmüştür. Hiç şüphesiz bilinmelidir ki, bizim aslımız maymun değil; Cennetten gelme, tertemiz, Hazreti Âdem ile Hazret-i Havvâ'dır.


Peygamberler hakkında bilinmesi vâcip ve zarûri olan sıfatlar beştir.

Sıdk: Peygamberler doğrudurlar. Asla yalan söylemezler.
Emânet: Emindirler. (Her hususta kendilerine inanılır.)
Tebliğ: Hz. Allâh'ın emir ve yasaklarını hiç noksansız ve çekinmeden tebliğ ederler.
Fetânet: Son derece zekîdirler.
Ismet: Mâsumdurlar; günah işlemekten uzaktırlar.

Bizim Peygamberimizin diğer peygamberlerden ayrı beş vasfı daha vardır:

Bütün peygamberlerden efdâldir (Üstündür).
Bütün insanlara ve cinlere gönderilmiştir.
Peygamberler silsilesinin son halkası (Hâtemü'l-Enbiyâ) yâni son peygamberdir. Ondan sonra peygamber gelmeyecektir.
Bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir.
Şerîatı, kıyâmete kadar devam edecektir.


Hazret-i Âdem aleyhisselâmdan Peygamberimize kadar bir rivâyete göre 124 bin, diğer bir rivâyete göre ise 224 bin peygamber gelmiştir. Bunlardan ancak 28 tanesinin isimleri Kur'ân-ı Kerim'de zikredilmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de adları geçen ve bilinmeleri vâcip olan peygamberlerin mübârek isimleri şunlardır:

1. Âdem 8. İsmâîl 15. Hârûn 22. Zekeriyya
2. İdris 9. İshâk 16. Dâvûd 23. Yahyâ
3. Nûh 10. Yâkûb 17. Süleyman 24. Îsâ
4. Hûd 11. Yûsüf 18. Yûnus 25. Üzeyr*
5. Sâlih 12. Eyyûp 19. İlyas 26. Lokman*
6. İbrâhîm 13. Şuayb 20. Elyesa 27. Zülkarneyn*
7. Lût 14. Mûsâ 21. Zülkifl
28. Hazret-i Muhammed. (Aleyhimüsselam)

* Bu üç mübârek zâta evliya diyenler de vardır.
 


Peygamberimiz'in kendisinden itibaren, Hz. İsmâil'in sülalesinden olan Adnan'a kadar baba sülâlesi şöyledir:

Hz.Muhammed, Abdullah, Abdülmuttalib, Hâşim, Abdimenaf, Kusayy, Kilab, Mürre, Kâab, Lüey, Gaalib, Fihr, Mâlik, Nadr, Kinâne, Huzeyme, Müdrike, İlyas, Mudar, Nizar, Meaad, Adnan.

Peygamberimizin anne cihetinden sülâlesi:

Hz. Muhammed, Amine, Vehb, Abdimenaf, Zühre, Kilâb.

Peygamberlerin her hususta en üstün, en büyük olanı, şüphesiz bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem)'dır. Peygamberimizden evvel gönderilen peygamberlerden çoğu, belli bir topluluğa, bir şehir veya köy halkına gönderilmiştir. Peygamber Efendimiz ise bütün insanlığa, bütün mahlûkâta yani, onsekiz bin âlemin tamamına rahmet olarak gönderilmiştir. Onun İnsanlığa nasıl ve ne büyük bir rahmet olduğunu anlamak için, dünyaya gelmezden evvelki insanlığın haline bir bakmak lâzımdır:

Bilindiği gibi, Fahr-i Âlem Efendimizin teşrifinden önce bütün dünyada her bakımdan kötülüklerin ve karışık-lıkların hüküm sürdüğü bir fetret devri mevcuttu. O günün insanları her türlü bid'at ve sapıklık içinde âdeta yüzüyordu. İnsanlık, hak, adâlet ve medeniyetten uzak, korkunç bir vahşetin girdabına gömülmüştü. Fuhuş ve eşkiyalık, her türlü zulüm ve zorbalık almış yürümüştü. Öyle ki, kimin kime gücü yetiyorsa o, diğerinin malına, canına, ırzına tecâvüz ediyor, elinde nesi varsa alıyordu. Hattâ bir kısım insanlar hurâfe ve bâtıl inançlarla hareket ederek kendi kız çocuklarını çukurlara gömüyor, öldürüyorlardı. Vahşet ve ahlâksızlığa öylesine dalmışlardı ki; bir kadını birkaç erkek ortaklaşa alabiliyordu. Ayrıca kadının cemiyette hiç değeri yoktu. Para ile alınıp satılabilen basit bir eşya muâmelesi görüyordu. İnsanlar, birbirlerine diş bileyen düşman gruplar halinde kabilelere ayrılmış, kabileler arasında kan dâvâları almış yürümüştü. İnsanlığın bu halini Şair Mehmed Akif şu iki mısraında ne güzel tasvir ediyor:

"Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi "

İşte böyle bir devirde Resûl-i Ekrem Efendimiz, (sallallâhü aleyhi ve sellem) Mekke-i Mükerreme'de, Milâdın 571'inci senesi Rebîulevvel ayının 12'inci gecesi sabaha karşı dünyayı şereflendirdiler.

Peygamberlik silsilesinin son halkası olan Peygamberimizin, kırk yaşına girip daha kendisine nübüvvet ve şerîat verilmezden evvel bile, elinde bir çok hârikalar zuhur etmişti. "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol" ilâhi emrine tam mânâsıyla uyduğu için, hayatının her kademesinde sadakat ve doğruluğun canlı bir örneği olmuştur.

O her türlü riyâ ve yalandan uzaktı. Devrinde kimse kimseye itimad edemez ve güvenemezken, herkes ona inanıyor, ona itimat ediyor, ihtilâfa düştükleri meselelerde onun hakemliğine ve hükmüne râzı oluyorlardı.

Onu inkâr eden düşmanları bile, onun sadâkat ve doğruluğunu, yalan ve riyâdan uzak olduğunu itiraf ederlerdi. onda gördükleri eşsiz ahlâk ve yüksek seciyeyi takdir eder, ona " Muhammedü'l-Emin" (Emniyetli Muhammed) derlerdi.

İşte, âlemlere rahmet Efendimiz, cihânın böylesine zulmetle dolu olduğu bir devirde gelmiş, bâtıl inançları kaldırmış, iman ve İslâm nûru ile âlemi karanlıktan kurtarmış, insanlığa dünya ve âhiret saâdetinin anahtarlarını vererek, hakîki medeniyet yolunu göstermiştir.

Bugün, İslâm tarihini tarafsız şekilde tetkik eden birçok müsteşrik (doğu bilimcisi gayri müslim) bile, Peygamberimizin yüksek mertebesini, güzel ahlâkını ve insanlık için gerçekten rahmet ve en büyük kurtarıcı olduğunu kabul etmeye mecbur kalmış, ona hayranlık duymaktan kendilerini alamamışlardır.

Muhammed Esad tarafından tercüme edilen bir eserde meşhur İngiliz filozofu T. Karlayl şöyle diyor:

"Hazret-i Muhammed (s.a.v.) riyâdan tamamen uzak olduğundan onu severim... Hazret-i Muhammed 'i tartacak, beşerde bir terâzi de yoktur. O, tartılmayacak kadar ağır ve büyüktür"

İnsaf sahibi gayr-i müslimler, Peygamberimize bu derece hayranlık duyar, alâka ve muhabbet gösterirse, onun ümmeti olan bizlerin, ona nasıl bir sevgi ve hürmetle bağlanmamız gerektiğini düşünmek lâzımdır.

Burada şunu da ilâve edelim ki, Peygamberimiz dün-yayı şereflendirdikten sonra, daha önce gelmiş Peygamberlerin tasarrufları ve getirdikleri şerîatların hükmü kalmamıştır. Hakkaniyet ve hükümranlık sadece bizim Peygamberimize âittir. Onun içindir ki, Peygamberimiz bir ara Hazret-i Ömer'in elinde mensuh Tevrat sahifelerini görünce ona âdeta çıkışarak:

"Siz de Yahûdi ve Hıristiyanlar gibi bana verilen nübüvetten, bana indirilen Kur'ân'dan şüphe ve tereddüt mü ediyorsunuz? Vallâhi, Tevrat kendine indirilen Mûsa Peygamber (şu anda) hayatta olsa idi, bana tâbi olmaktan başka hiç bir kudreti olamazdı." buyurarak bu gerçeği ifade etmişlerdir.

Binâenaleyh, bâtıl dinler ve bilhassa kesif hıristiyanlık propagandasına rağmen, iyi bilinmelidir ki, devrimizde ne İncil'in, ne Tevrat'ın hükmü vardır. Asrımızda ve kıyâmete kadar tasarruf ve hükümranlık, ancak bizim Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.)'ya aittir.


Gerek dünya ve âhirette şerefli, faziletli ve iyi insan olabilmek; âlemlere rahmet olan Peygamberimiz Muhammed Mustafa'yı (s.a.v.) iyi bilmek, iyi anlamak ve ona hakîki ümmet olmakla mümkündür. Bir insan, Peygamberimizi bilmedikten, tanımadıktan, sevmedikten sonra hiçbir şeyle şerefli ve faziletli olamaz.

Peygamberimizin adı Muhammed, babasının adı Abdullah, annesinin adı Âmine'dir. Ana rahminde yedi aylık iken babası vefat etmiştir. Milâdî 571 senesi Nisan ayının yirminci gecesine tesadüf eden, Rebîulevvel ayının onikinci (Pazartesi) gecesi sabaha karşı Mekke'de doğmuştur. Doğduğu zaman hiçbir çocuğa benzemiyordu. Onda gözüken peygamberlik nûru, bakan gözleri kamaştırıyordu.

Dört yaşına kadar süt annesi Halîme'nin yanında kaldı. Sonra âilesine teslim edildi. Altı yaşında iken annesi Âmine vefat etti. Dedesi Abdü'l-Muttalib onu yanına aldı. Fakat annesinden iki sene sonra, sekiz yaşında iken de dedesi vefat etti. Bu defa da amcası Ebû Talib'in yanında kaldı.

Peygamberimizin çocukluk ve gençlik zamanları, bekârlık-evlilik devirleri, hâsılı bütün hayatı hiç bir insana nasip olmayan fazilet ve kemâlât ile geçmiştir.

Yirmibeş yaşında Hadicetü'l-Kübrâ vâlidemiz ile evlendi. Hiç bir zaman putlara tapmadı. Çocukluğundan beri onları hiç sevmezdi. Hazret-i İbrahim aleyhisselâm'ın dini üzere Allâh'a ibâdet ederdi. Zaman zaman Mekke'nin yanında bulunan Hira dağına gider, Allâh'ın kudret ve büyüklüğünü düşünürdü. Allâh'ın kendisine tâ ezelde ihsân ettiği aşk ile muhabbet denizine açılır, kalbinde yanan tevhid nurunun pırıltıları içinde Allâh'ı zikrederdi.

Peygamberimiz yine bir gün, Hira mağarasında kendisine hâs lâhûti âleme dalmışken, Cebrâîl aleyhisselâm Allâh'ın emri ile ona peygamberlik vazifesini bildirmeye geldi. İnsanlığın kurtarıcısı, Allâh'ın sevgilisi Hazret-i Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem'e:

" - Oku!" dedi. Peygamberimiz:
" - Ne şey okuyayım? " dedi. Cibrîl-i Emîn:
" - Oku!" diye tekrar etti. Hz. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) aynı cevabı verdi. Bunun üzerine Cibrîl-i Emîn, Peygamberimizi tutup mübârek göğsünü üç defa sıktı. Böylece Peygamberimize mânevî bir ameliyat tatbik edilmiş oldu. Ve Peygamberimiz büyük bir mûcize olarak birden okumaya başlayıverdi. Melek üçüncü emri verdi. Ve ilk olarak vahy olunan âyeti okudu. Âyetin yüksek meâli şu idi:
" - Seni yoktan var eden, tedrîcen terbiye edip büyüten, kemâle ulaştıran Rabbi'nin ism-i şerîfi ile oku. O, insanı pıhtılaşmış kandan yarattı. Oku! O çok kerîm olan Rabbinin hakkı için ki, O, kalemle tâ'lim etti; insana bilmediğini öğretti."

Böylece Hazret-i Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)'e Peygamberlik vazifesi verildi. Kur'ân-ı Kerîm, yirmi üç senede tamam oldu. Onüç sene insanları Mekke'de hak yola dâvet etti. Büyük meşakkatlar ve ızdıraplar çekti. Her şeye sabredip Allâh'ın varlığını, birliğini yaymaya çalıştı. Sonra Medîne-i Münevvere'ye hicret etti. On sene de orda peygamberlik vazifesini bütün gücü ile yerine getirmeye çalıştı. İnsanlara insanlığı öğretti, medeniyeti belletti. Karanlık gönülleri İslâm'ın nuru ile aydınlattı. Böylece vazifesini tamamladı. Altmış üç yaşında vefat etti. İnsanlık âlemine de hidâyet rehberi olan Kur'ân-ı Kerîm'i ve sünnet-i seniyyesini tavsiye ve emânet etti.

Salât sana, selâm sana ey Allâh'ın Resûlü. Seni hakkı ile bilen ve öven âlemlerin Rabbı Allâhü Teâlâ'dır. Sen Rahmeten lil'âlemînsin. İns ü cinnin peygamberisin. Sen Hâtemü'l-Enbiyâ'sın. Sen "Levlâke Levlâk, lemâ halaktü'l-eflak" hitâb-ı izzetinin muhatabısın. Sen Muhammed Mustafa'sın (sallallâhü aleyhi ve sellem).
 


Ashab, Peygamber Efendimizi bir kere bile olsun iman gözüyle görüp, sohbetinde bulunan müslümanlardır. Ashâb'ın hepsi çok büyük derece sahibidirler. Çünkü onlar, Peygamberimizi gözleriyle görmüş, en zor zamanlarda onun etrafında kenetlenip mallarıyla, canlarıyla İman ve İslâm'ın yayılması için cihâd etmişler, büyük gayretler göstermişlerdir. Böylece Peygamberimizin en büyük teveccühünü kazanmışlardır. Hepsi de tepeden tırnağa adetâ nur hâline gelmişlerdir.

Ulvî dinimizin yayılmasında onlar önderlik etmişlerdir. Bu devirde bir insan tek başına bütün dünyayı fethetse, dünya dolusu altın tasadduk etse, yine de ashâbın en küçüğünün mertebesine erişmesi mümkün değildir. Biz müslümanlar, Ashâb-ı Kirâmın hepsini sevmek, saymak ve hepsine hürmet etmekle mükellefiz. Onların aralarında meydana gelen bazı ihtilaflârdan dolayı, hiç birinin aleyhinde tek kelime söyleyemeyiz. Zira onlar müctehiddir ve ictihadla hareket etmişlerdir. Onlardan birinin aleyhinde konuşan insanın imanı zayıflar, dini çok büyük zarar görür. O insan inancını düzeltmedikçe aslâ kâmil bir mü'min olamaz.

Ashab iki kısımdır:

Muhacirîn,
Ensâr.

Muhacirîn, mallarını, mülklerini bırakarak Allâh rızâsı için Mekke'den Medîne'ye hicret eden Mekke'li müslümanlardır.

Ensâr ise, Medîne'nin yerlisi olan müslümanlardır. Medîne'ye hicret eden müslüman kardeşlerine, Allâh rızâsı için bütün varlıklarıyla yardımda bulunmuşlardır. Her iki zümre de Allâh rızâsı için yaptıkları bu hareketlerinden dolayı çok büyük sevap ve derece kazanmışlardır.

Peygamberlerden sonra insanların en büyüğü Ashâb-ı Kirâm'dır. Ashâbın da en büyüğü sırasıyla Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali'dir. (Radıyallâhü anhüm).
 


İmanın beşinci şartı âhiret gününe inanmaktır.

Sûr'un üflenmesi, bütün ölülerin dirilip kabirlerinden kalkması, amel defterlerinin kendilerine verilmesi ve mahşer meydanında toplanıp suâl ve hesaba çekilmesi ile mizan, şefâat, sırat, kevser, cennet ve cehennem gibi âhiret hayatına ait hususlara inanmaktır.

Âhiret, bu dünyadan sonraki sonsuz hayattır. Allâhü Teâlâ, bu dünyayı ve bütün varlıkları geçici bir zaman için yaratmıştır. İsrafil Aleyhisselâmın birinci sûru üfürmesiyle kıyâmet kopup bütün canlılar ölecek, dünya ve dünya dışındaki her şey parçalanıp yok olacaktır. İkinci sûrun üflenmesi ile de mahlûkât yeniden dirilerek hesap vermek için mahşer yerine toplanacaklardır. Mahşerde Allâh'ın huzurunda bütün yaratıklar yaptıklarından hesâba çekilecek, en ince teferruatına kadar hesap verecekler, haklı, haksızdan hakkını alacaktır. Hesap işi bittikten sonra, iyiler Cennet'e, kötüler Cehennem'e girecektir. Cennet'e girecek olan insanların bir kısmı orada Cenâb-ı Hakk'ın cemâlini göreceklerdir. Âhirete inanmayan, Allâh'a ve peygambere da inanmamış olur.
 


Îmanın altıncı şartı kadere inanmaktır.

(Kader ve kaza meselesi bazan zor anlaşıldığından, kolay kavrayabilmek için, önce insandaki irâde-i cüz'iyye'yi izah edelim.)


İrâde-i cüz'iyye: Cenâb-ı Hakk'ın kuluna verdiği mahdut bir salâhiyet ve tercih hakkıdır. Fakat ehemmiyeti pek büyüktür. Zira insan, irâdesini hayra sarf ederse Mevlâ hayrı, şerre sarf ederse şerri yaratır. Bu itibarla insan, Cenneti de, Cehennemi de bu irâde ile kazanır. Evet, Hâlık (Yaratıcı) yalnız Cenâb-ı Hakk'tır. O dilemezse, o yaratmazsa hiç bir şey olmaz. Şu kadar ki, kul kâsib yani isteyip çalışan, Mevlâ ise Hâlik yani yaratan'dır.

İnsana verilen irâde-i cüz'iyye otomobilin direksiyonu gibidir . İnsan direksiyonu ne tarafa çevirirse otomobil o tarafa gider. Bu sebeple, isyan içinde olan bir kimse, "Ben ne yapayım Allâh böyle dilemiş, böyle yaratmış" deyip mes'uliyeti üzerinden atıp sıyrılamaz. Evet, Allâh dilemiştir ama, kulun irâdesi ve çalışması bu yolda olduğu için dilemiştir. Zâten kulda, böyle bir irâde-i cüz'iyye yâni tercih hakkı olmasaydı, Cenâb-ı Hakk kuluna imtihan fırsatı vermemiş, onu hayra veya şerre zorlamış olurdu. Halbuki Cenâb-ı Hakk kuluna zorla bir günahı yaptırıp, sonra da cezalandırmaktan münezzehtir.

Bâzı kimseler, "Ezelde bâzılarının rûhu secde etmiş, bâzılarının etmemiş; işte ezelde rûhu secde etmeyenler kâfir gider." derler. Aslâ böyle bir şey yoktur. Bu iddiâ insanın itikadını kökünden sarsar. Ezel itiraz yeri değildir. Orada isteyerek veya istemeyerek herkes secde etti. Cenâb-ı Hakk, ruhları imtihana çekerek, "Elestü birabbiküm (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?)" diye sorduğunda bütün ruhlar istisnâsız olarak, "Belâ (Evet Rabbimizsin Yârabbi)" diye ahid verdiler.

Yine bâzı yanlış düşünenler diyorlar ki: "Sen ne yaparsan yap, Allâh dilediğine hidâyeti dilediğine dalâleti halkeder." Bu düşünce de aslâ doğru değildir. Bu husustaki Âyet-i Kerîmeyi çokları yanlış tefsir ve izah ediyor. Üstâzım, Hocam Süleyman Hilmi Tunahan Efendi Hazretleri bu husustaki Âyet-i Kerîmeyi: "Allâh, hidâyeti isteyip, hidâyeti dileyenlere hidâyeti; dalâleti isteyip, dalâleti dileyenlere de dalâleti halkeder" diye tefsir ve izah ederlerdi.

Ayrıca bu mevzuu izah ederken derlerdi ki: "Ezelde Ahmed Cennetlik, Mehmed Cehennemlik diye zât ve şahıs üzerine bir hüküm yoktur. Ancak elbiseler biçilmiş; (İman elbisesi, itâat elbisesi, nur elbisesi) şu elbiseleri giyenler cennetliktir denilmiş; ayrıca küfür, isyân, zulmet elbiseleri biçilmiş, bunları giyenler de Cehennemliktir denilmiştir. Kul, irâde-i cüz'iyyesiyle bu elbiseleri seçmekte tamâmen serbest bırakılmıştır. Binâenaleyh, insan irâde-i cüz'iyyesiyle bunlardan hangisini seçer ve giyerse oraya gider."

Kul bütün fiillerinden kendisi mes'ul olduğuna göre artık kula lâzım gelen isyan etmek değil, mukadderâta boyun eğmek ve başa gelene râzı olmaktır. Bununla beraber görünür görünmez belâlardan bizi koruması ve ömrümüzü sıhhat ve âfiyet içinde geçirmemiz için Cenâb-ı Hakk'a yalvarmak da üzerimize düşen mühim bir vazifedir. Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde, "Sadaka vermek belayı defeder, ömrü uzatır" buyurmuşlardır.


Kader, ezelden ebede kadar hayır ve şer (iyi kötü) meydana gelecek bütün hâdiseler hakkında Cenâb-ı Hakk'ın kendi ilmi icabı bilip takdir buyurmasıdır.


Kazâ, Cenâb-ı Hakk'ın ezelde takdir buyurduğu hâdiselerin, zamanı gelince ilim ve irâdesine uygun olarak meydana gelmesidir.


Rızık, Allâhü Teâlâ'nın, hayat sahiplerine gıdalan-maları için verdiği ve onların da yediği şeylerdir. Lâkin insan kendi öz irâdesi ile rızkını helâl veya haram yollardan kendisi seçer ve Allâhü Teâlâ da o yoldan verir. İşte bunun için, rızkını helâlden talep etmeyip haram yiyenler irâde ve ihtiyarlarını kötüye kullandıklarından kendileri mes'uldürler.

Rızka değil, Rezzak'a yani rızkı verene bağlanmak lâzımdır. Her canlının rızkını veren Rezzak-ı Âlem olan Hz. Allâh'dır. Ona inanmak ondan istemek gerekir. Zira, onun hazinesi büyüktür, sonsuzdur. Ona hakîki bir imanla bağlananlar sıkıntı çekmezler. Fakat, Rezzâk olan Allâh'ı unutup da rızka bağlı kalanlar çok sıkıntı çekerler ve hüsrandan kurtulamazlar.


Tevekkül, maksada erişmek için, maddî ve mânevî sebeplerin hepsini yerine getirdikten sonra, neticesini Allâh'dan beklemektir. Kişi şâyet beklediğine ulaşamazsa, üzülmemeli; "Hakkımda belki bu daha hayırlıdır" diyerek, kaderine râzı olmalıdır. Çünkü, Kur'ân-ı Kerîm'de Cenâb-ı Hakk, "Siz birşeyi seversiniz, onun için çalışır ve onu elde etmek istersiniz, fakat bilmezsiniz ki, onun sonunda sizin için şer vardır. Yine siz birşeyi sevmezsiniz, hoşunuza gitmez ve istemezsiniz, fakat bilmezsiniz ki, sizin için onun sonunda hayır vardır" buyuruyor.


Ecel, İnsanın mukadder (Allâh tarafından yazılıp kararlaşmış) olan ömrünün nihâyetine denir. Ecel geldiği zaman, ne bir dakika ileri gider ne de bir dakika geri kalır. İnsan her ne sebeple ölürse ölsün, eceli ile ölmüş olur.


Açılır bahtımız bir gün hemen battıkça batmaz ya
Sebepler halk eder Hâlik, kerem bâbın kapatmaz ya.
Benim Hakk'a münacâtım değildir rızk için hâşâ
Hüdâ Rezzâk-ı âlemdir rızıksız kul yaratmaz ya.

Erzurumlu İbrahim Hakkı
 


Dünyada insan için birinci derecede lüzumlu olan imandır. Her insan iman etmek ve bu imanı âhirete götürmekle mükelleftir. Bunun için de, bütün müminlerin aşağıdaki hususlara dikkat etmesi lâzımdır:

Gaybe inanmak. Gayb, beş duyu ile anlaşılamayan şeylerdir. Allâh, melek, Cennet, Cehennem ve cin gibi.
Helâlin helâl olduğuna inanmak. Yâni helâl şeylere haram dememek.
Haramın haram olduğuna inanmak. Yâni haram olan şeylere helâl dememek. Meselâ: Bira dahil alkollü içkilere, faize ve diğer haram olan şeylere helâl dememek.
Dâima Allâh'dan korkmak.
Mukaddesâta (İslam'ın mukaddes saydığı şeylere) hürmetkâr olup hafife almaktan kaçınmak.
Allâh'ın rahmetinden ümidini kesmemek.
Kâfiri kâfir bilmek, mü'mini mü'min bilmek. Meselâ: Bir kimse, sözle, yazıyla veya fiilen din düşmanlığı yapan birine müslüman dese dinden çıkar.
Ayrıca, dine hizmet eden ve dini yaymaya çalışan iman sahiplerine de kâfir diyen, yine dinden çıkmış olur.
Allâh'a mekân izâfe etmemek. Meselâ, Allâh göktedir demek insanı dinden çıkarır.
Kur'ân'a şüphesiz inanmak. Meselâ, Kur'anın eksik veya fazla olduğunu söylemek, Cebrâil hata etti demek, insanı dinden çıkarır.
 


Îman, mü'minin kalbinde Allâh'ın yaktığı bir meş'ale, bir nurdur. Bunun koruyucu kaleleri, çerçevesi, surları ise, aşağıdaki şekilde görüleceği gibi farzlar, vâcibler, sünnetler, müstehablar, mendublar ve nâfilelerdir.

 


Îman, bu ibâdetlerle çerçevelenip kale içine alınarak korunur. İmanı koruyan bu kaleleri yıkanlar yani, farzları, vâcibleri, sünnetleri terk edenler, imanlarını kolay kolay muhafaza edemezler.

Farz, vâcib, sünnet, müstehab, mendûb ve nafilelerin târifleri ilerideki sayfalarda gelecektir.
 


Ehl-i Sünnete uymayan bozuk i'tikatlar,
Ameli terk etmek,
Niyette ve işlerinde doğruluktan ayrılmak,
Günahta israr etmek,
İslâm ni'metine şükrü terk etmek,
Îmansız gitmekten korkmamak,
Başkalarına zulmetmek,
Sünnet üzere okunan ezana icâbet etmemek,
Dine aykırı olmayan yerlerde, Anne ve babasına âsi olmak,
Çok yemin etmek.
Namazı hafife almak, tadîl-i erkânı terk etmek,
Haram olan içkileri içmek,
Müslümanlara eziyet vermek,
Velî olmadığı halde velilik iddiasında bulunmak,
Günahını unutmak,
Kendini beğenmek, kendisini çok âlim görmek,
Koğuculuk ve gıybet etmek,
Mümin kardeşine hased etmek, çekememek,
Ülü'l-emre itaat etmemek,
Bir adama, tecrübe etmeden, iyi veya kötüdür diye peşin hükümde bulunmak,
Yalan söylemek,
Dîni öğrenmekten kaçınmak,
Erkeklerin kadınlara, kadınların erkeklere benzemeye çalışması,
Din düşmanlarına sevgi beslemek,
Hakîki din âlimlerine düşman olmak.
 


Edille-i şer'iyye, dînî ve şer'î hükümlerin çıkarıldığı ve dayandıkları kaynaklardır ki, bunlar da dörttür:

Kitap: Kur'an-ı Kerîm.
Sünnet: Peygamberimizin mübârek sözleri, işle-dikleri ve başkaları tarafından yapılan işlerde o işi tasvip mâhiyetindeki sükûtlarıdır.
İcmâ-ı ümmet: Bir asırda, Ümmet-i Muhammed'in müctehidlerinin bir mesele hakkında ittifak etmeleridir.
Kıyâs-ı Fukahâ: Bir hâdisenin kitap, sünnet ve icmâ-ı ümmetle sâbit olan hükmünü; aynı illete, aynı sebebe ve aynı hikmete dayandırarak o hâdisenin tam benzerinde de isbat etmekten ibârettir.
İctihad: Şer'î hükmü, şer'î delîlinden çıkarma hususunda olanca ilmî kuvvetini sarfetmektir.

Müctehid: Herhangi bir şer'î hükmü âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflerden çıkaran, kıyas yapabilen büyük âlimdir. Müctehid olabilmek için, bütün islâmî ilimlere vakıf olduktan sonra mevhibe-i ilâhî (Allâh vergisi) olan ledünnî ilme de mazhar olmak lâzımdır.
 


İlmin yolları üçtür.

Hâvass-ı selîme: Görme, işitme, tatma, dokunma ve koklama isimlerini verdiğimiz beş duygu.

Haber-i sâdık: Doğru haberdir ki, iki kısımdır:
a) Peygamberlerin verdiği haber,
b) Yalanda birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun verdiği haber.

Akıl.



Mezheb, büyük din müctehidlerinin edille-i şer'iyye'den çıkardıkları mes'eleler ve hükümler topluluğudur.

Mezheb iki kısımdır:

İ'tikadda mezhep,
Amelde mezhep.


İ'tikadda hak mezheb, Ehl-i sünnet ve Cemâat mezhebi'dir. Bu da Peygamber Efendimizin ve Ashâbının i'tikad (inanç) ve ameli üzere olanların mezhebidir.

Ehl-i sünnet ve cemâat mezhebinin i'tikatta imamları:

İmam Ebû Mansûr Mâtüridî
İmam Ebü'l Hasen Eş'ârî.
Biz Müslüman Türkler'in umûmiyetle İ'tikatta imamı, İmam Ebû Mansûr Mâturidî hazretleridir.

İmam Ebû Mansûr Muhammed Mâturidî, hicrî 280 (M.894) tarihinde Türkistan'da, Semerkant şehrinin Mâturid köyünde doğmuş ve 333 (M.945) tarihinde Semerkant'ta vefat etmiştir.

İmam Eş'arî hazretleri H. 260 (M.873) tarihinde Basra'da doğmuş, 324 (M.936) da Bağdat'ta vefat etmiştir.


Ehl-i Sünnet ve Cemaat'in amelde mezhebi dörttür:

Hanefî Mezhebi: İmamı, İmâm-ı Â'zam Ebû Hanife'dir. Adı Nu'man, babasının adı Sâbit'tir. Hicrî 80 (M.699) tarihinde Kûfe'de doğmuş, 150 (M.767) tarihinde Bağdat'ta vefat etmiştir.
Mâlikî Mezhebi: İmamı, İmam Malikü'bnü Enes'dir. Hicrî 93 (M.711) tarihinde Medîne-i Münevvere'de doğmuş ve 179 (M.795) tarihinde yine Medîne-i Münevvere'de vefat etmiştir.
Şâfiî Mezhebi: İmamı, İmam Muhammedü'bnü İdrîs-i Şâfiî'dir. Hicri 150 (M.767) tarihinde Gazze'de doğmuş, hicri 204 (M.819) tarihinde Mısır'da vefat etmiştir.
Hanbelî Mezhebi: İmamı, İmam Ahmedü'bnü Hanbel'dir. Hicri 164 tarihinde Bağdat'ta doğmuş, hicri 240 (M.780-855) tarihinde yine Bağdat'ta vefat etmiştir.*

Amelde birer hak mezhep olan yukarıda zikrettiğimiz bu mübârek imamların mezhepleri, Kitap, Sünnet, İcmâ-i ümmet ve Kıyas-ı Fukahâ üzerine kurulmuştur.

* Peygamberimiz hayatta iken müslümanlar her türlü meselelerini Efendimizden, ondan sonra ise Sahâbe-i Kirâmın büyüklerinden sorup öğreniyorlardı. Mezheb İmamları diye bilinen bu mübârek zatlar dînî meseleleriSahâbe-i Kirâmdan öğrenmişler ve bunları bir araya toplamışlardır. Âyet, hadis ve sahâbede bulunmayan hususlarda da kendi görüşlerini yani ictihadlarını bildirmişler, böylece mezhebler meydana gelmiştir.
 

 


İslâm: Resûlullah Efendimiz'in tebliğ buyurduğu şeyleri dil ile ikrar, kalb ile tasdik ederek Cenâb-ı Hakk'a itâat etmektir.

İslâm'ın şartı beştir. Yani İslâm dini beş esas üzerine kurulmuştur.

Kelime-i şehâdet getirmek,
Namaz kılmak,
Zekât vermek,
Ramazan orucunu tutmak,
Haccetmek.
İslamın şartlarını yerine getiren kimseye mümin ve müslüman denir. Bu şartlardan herhangi birini inkâr eden ise dinden çıkmış olur.
 


İslâm'ın birinci şartı olan kelime-i şehâdet şudur:

 


İslâm dîni akıllı ve bâliğ olan müslüman erkek ve kadınlara bazı emir ve yasaklarda bulunmuştur. Bu emir ve yasaklara teklif, müslümanlara da mükellef denir. Mükelleflerin işlemeleri veya işlememeleri gereken şeylere ef'âl-i mükellefîn denir.


Farz: Kat'î delil ile sabit olan hükümlerdir ve iki kısımdır:
a) Farz-ı ayın: Mükellef her müslümanın ancak kendisinin yapması ile yerine gelen amellerdir. Beş vakit namaz ve oruç gibi.
b) Farz-ı kifâye: Bazı müslümanların yapmaları ile diğer müslümanlardan mesûliyet kalkan farzlardır. Cenâze namazı ve selâm almak gibi. Eğer böyle bir farzı müslümanlardan hiçbirisi yapmazsa hepsi mes'ûl olurlar.
Vâcip: Farz derecesinde kat'î olmayan delille sabit hükümlerdir. Vitir ve bayram namazları gibi.
Sünnet: Peygamberimizin sözü, işi ve başkası yaptığında hoş gördüğü şeylerdir. Sünnet ikiye ayrılır:
a) Sünnet-i müekkede: Peygamberimizin devamlı olarak yapıp, pek az terk ettiği sünnetlerdir. Sabah ve öğle namazının sünnetleri gibi.
b) Sünnet-i gayri müekkede: Peygamberimizin arasıra yaptığı sünnetlerdir. İkindi ve yatsı namazının ilk sünneti gibi
Müstehab: Peygamberimizin bazen işledikleri şeylerdir. Sadaka vermek ve nâfile oruç tutmak gibi.
Mübah: İşlenmesinde sevap, terk edilmesinde günah olmayan şeylerdir. Oturmak, kalkmak, yemek, içmek gibi.
Mekruh: işlenmesi hoş görülmeyen ve amelin sevâbını eksilten şeylerdir. Namaz içinde etrafa bakmak gibi.
Müfsid: Başlanmış bulunan bir ibâdeti bozan şeylerdir. Abdestli iken bir yerinden kan veya irin çıkmak, namazda gülmek ve oruçlu iken bir şey yemek gibi.
Haram: İşlenmesi kat'i delille yasak edilen şeylerdir. Alkollü içki içmek, anaya-babaya âsi olmak gibi.

اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ ٱللهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ


"Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh"

Mânâsı:

"Ben şehâdet ederim ki, Allâh'dan başka ilâh yoktur. Yine şehâdet ederim ki, Muhammed aleyhisselâm onun kulu ve resûlüdür."
 


Paylaş :

Yorumlar
Henüz Yorum Yazilmamış!



NihatKaplan.org
 
 
Edit from PorDus.Com Version 4.0